Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam
Reklam

İki dayım vardı; ikisi de cengaverdi…

VEYSİ POLAT/ABORİ Çocukluk dönemini Diyarbakır’da geçirenler bilir. Bir kavga veya tartışma çıksa “Tayım degilsen, git dayın gelsin” derlerdi. Bunun burukluğunu hep yaşadım. Çok kavga ettim, çok da dayak yedim ama dengim olmayanlar için çağıracak bir dayım olmadı.  Aslında var ile yok arasındaydılar.     Büyük dayım Baki’yi (Akdemir) hayal mayal hatırlarım. Henüz 4 yaşındayken kaybolmuşum. […]

İki dayım vardı; ikisi de cengaverdi…
  • 9 Haziran 2019 01:05
  • 14 Mart 2022 14:47

VEYSİ POLAT/ABORİ

Çocukluk dönemini Diyarbakır’da geçirenler bilir. Bir kavga veya tartışma çıksa “Tayım degilsen, git dayın gelsin” derlerdi. Bunun burukluğunu hep yaşadım. Çok kavga ettim, çok da dayak yedim ama dengim olmayanlar için çağıracak bir dayım olmadı.  Aslında var ile yok arasındaydılar.

 

Hafız Akdemir. (Diyarbakır Cezaevi)

Baki Akdemir.

 

Büyük dayım Baki’yi (Akdemir) hayal mayal hatırlarım. Henüz 4 yaşındayken kaybolmuşum. Annem feryat figan karakol ve belediyenin yolunu tutarken, Baki dayım Diyarbakır sokaklarını alt üst edip beni bulmuş. Siyah beyaz televizyonlarda gördüğümüz artistler gibiydi. Yakışıklıydı, ara ara saçını az uzun hatırlarım. Bir de İspanyol paça pantolonlarını… Bu yakışıklı adam, darbeci Kenan Evren ülke yönetimine el koyunca ortadan “kayboldu.” Onu ne gören ne de bilgi veren oldu. Rivayetler dolaştı durdu ama aradan 39 yıl geçti hala ortada yok!

Diğer dayıma gelince. Adı Hafız Akdemir’di. 4 Ayaklı Minare’nin o meşhur Savaş Mahallesi, Barış Sokağı’ndaki evimize gelişini hatırlarım. Ütü yoktu o zamanlar. Anneme “Abla kot pantolonumu somyanın altında düzleştirdin mi?” derdi hep. Giyimine önem veren, okumayı seven ve çevresine hep örnek olmak isteyen muhalif bir duruşu vardı. O da bir gün aniden ortadan kayboldu. Sonra “tutuklanmış” dediler. Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi, 33. Koğuşu hiç unutmam. Adım soyadım gibiydi adeta. Bayramdan bayrama olan açık görüşlere gittiğimde hep onu seyrederdim hayranlıkla. Dalgınlıklarım, benden büyüklerle yaptığım bir çok kavgadaki “Tayım degilsen, git dayın gelsin” sözüyle dağılırdı. Sonra koluna sarılırdım, elimle okşardım birazdan ayrılacak birbirinden diye…. O ziyaretlerde en çok bana ısmarladığı meyvalı Elvan gazozunu severdim.

Aylar, yıllar geçti… Sonra sürgüne gönderdiler. O dönem “Eskişehir Tabutluğu” dedikleri Eskişehir E Tipi Kapalı Cezaevi’ne… Onursuzluğu, tek tip elbise dayatmalarını, işkencelere karşı bedenini açlığa yatırmıştı. Taki açlığının 52’nci gününde genel taleplerin kabul edilmesine kadar.

Aylarca hastanede tedavi gördü. Sarılık oldu, ülser oldu, gözlerinde bozukluklar oluştu… O kadar özlemiştim ki kendisini, ilk açık görüşte herkesten önce kendimi yazdırırdım. Anneannemle hayatımın en uzun yolculuğu için Diyarbakır Tren Garı’ndaydık. 22 saatlik yolculuk bana bir aydan fazla gibi gelmişti. Gelincik tarlasının hemen karşısındaki cezaevi önündeydik artık. Heyecan zirve yapmış, ziyaret için içeri alınmadan önce kendimi gelincik tarlasında bulmuştum. O nazlı çiçekleri koparırken hayatımın kahramanına bir yandan da annemin bana tembihlediği kağıt parayı idareye kaptırmadan çorabımın içinden parmaklarımın arasına sıkıştırıp ayakkabımı giydim çaktırmadan. Sonra içeri alındık tek tek. Önce elimdeki çiçekler çöpe gitti, sonra iç çamaşırlara kadar arama. Allah’tan sadece ayakkabımı çıkardılar, çoraplara bakmadan. Bir süre sonra o güzel adam karşımdaydı. Yan yana tek karemiz olan fotoğrafımızı da burada çekmiştik. Bir arkadaş gibi omuzlara gitti kollarımız…

Ağlaya ağlaya döndük Eskişehir’den… Anne annem için kolay değildi. İki oğlundan biri “kayıp”tı, diğeri de demir parmaklıklar arasındaydı.

Aradan aylar geçti… 1991’deki Şartlı Salıverme Yasası çıktı ve tahliye müjdesi geldi. Hiç unutmam; tüm aile Seyrantepe’deki otogara akın etmiştik. Otobüs hangi ara geldi, hangi ara indi Hafız dayım; gören yok!

Biz ona, o koşarak bize gelmiş; habersiz. Biz otogardan eli boş dönerken, Azizoğlu Mahallesi’ndeki evimizin önünde o bizi bekliyordu…

O’nu görünce mahallede haykırasım vardı bana “tayın gelsin diyenlere…” Evet benim dayım da vardı artık! Aramızdaydı. Demir parmaklıklar olmadan, jandarma, gardiyan tepemize dikilmeden!

O tahliye olmadan önce babam ve dedemi peş peşe kaybedince anne anneme yerleşmiştik. Tüm kuzenler arasında en şanslı olanıydım. Gece gündüz artık beraberdik.

Bir bebeğe bakar gibi baktı anne annem ona. Gece uykusundan uyandırıp gece sütüne, çok sevdiği sütlacına kadar hiçbir şeyi eksik etmezdi ona. Açlık grevinde bedeni yıpranmıştı ve toparlanması gerekiyordu. İki aylık bir süreden sonra daktillo alıp, cezaevi anılarını yazmaya başladı. Sonra Leyla (Zana) abladan haber geldi. Eşi Mehdi Zana ile aynı koğuş arkadaşı olduğu için Leyla abla ile ziyaret günlerinde tanışmıştı. O, HEP’ten aday gösterilince Yeni Ülke Gazetesi’ndeki çalışmasını bırakmak zorunda kalacaktı. Hafız dayıma “Sen yazı yazmayı seven birisin. Bilgin, birikimin de çok. Gel Yeni Ülke’ye” demişti.

Hafız dayımın gazetecilik serüveni işte böyle başladı. 1991’in Ağustos ayıydı. Bir ay sonra “sen de gel çok kavga ediyorsun, başı boş gezme. Enerjini bize ofis boy olarak harca” demişti. Benim de serüvenim böyle başladı. Kahramanım dediğim adamla artık günün 24 saati birlikteydim.

Üretkendi, bilgiliydi, cesurdu… Çok kısa sürede önemli haberlere imza attı. Önce Özgür Gündem büromuzun kapısına gazete küpürlerinden “Sıra Sizde” yazısı yapıştırıldı. Ardından fiziki takipler. İstanbul’daki gazete merkezinden O’nu geri çektiler. İstanbul’da 2 ay kaldı, sonra “benim yerim memleketimdir” deyip geri döndü.  Taki o güne kadar…

Hafız Akdemir, ismini taşıyan sokakta anıldı…

Tarih 8 Haziran 1992 idi. Bir Pazartesi günüydü. Sabah 08.25’te evden çıktık. Palu Fırını’nın olduğu sokağa geldiğimizde bir çek çek arabası belirdi ileriden. O sağa ben sola yanaştım. Araç geçti, O’na dönmemle patlama bir oldu. Zaman durdu benim için. Herşey sanki ağır çekim halindeydi. Nazlı bedeni düşmeden önce gövdemi uzattım yere düşmesin diye; sonra arkasına bakmadan kaçanın peşinden gitti ayaklarım…

Olmadı sevgili dayım… Aylar geçti, “ah” diyen sesin kulağımdan hiç gitmedi… Sonra bir kalem uzattı gazetenin genel yayın yönetmeni… “Hafız’ın cebinden çıkan kalem, sen al istiyoruz” dediler.

O gün bugündür emanetin bende sevgili dayım…