Reklam
Reklam
Reklam
Reklam

Kalemi kılıçtan keskin bir gazeteciydi…

27 yıllık ömrüne hileyi, haramı ve kötülüğü bulaştırmamış, iyilik dışında başka bir şey yapmamış cesur bir gazeteciydi Hafız Akdemir.
Delikanlıydı, mertti.

Kalemi kılıçtan keskin bir gazeteciydi…
  • 8 Haziran 2024 11:34

VEYSİ POLAT

27 yıllık ömrüne hileyi, haramı ve kötülüğü bulaştırmamış, iyilik dışında başka bir şey yapmamış cesur bir gazeteciydi Hafız Akdemir.
Delikanlıydı, mertti.

Melikahmet’in Azizoğlu Sokağı’nda, abisi Baki ile birlikte gençlere sahip çıkan, aile kavramına önem veren, bilinçli bir Kürt aydınıydı.
Baki ve Hafız, ailenin tek iki erkek kardeşiydi.
1980 darbesi geldiğinde Baki kayboldu ve bir daha geri gelmedi.
Şefkat ninem, giden ve bir daha geri gelmeyen Baki’nin akıbetinin Hafız’ın da başına gelmesinden endişeliydi.
Annesi olarak onu çok iyi tanıyordu.
O, yaşanılanlara kayıtsız kalamazdı.
Gençlik yıllarında, 18 yaşında gözaltına alınmış ve mahpus edilmişti.
Henüz 4 yaşında koca Diyarbakır’ı tek başıma turlamak isterken evimin yolunu kaybedişim ve Ulucami köşesinde ağlarken beni bulup kucağına sıkıca sarılmamın dışında Baki dayımla pek anım yok.

Ama Hafız’la çok…
Mektupların adres kısmına belki yüzlerce kez “Diyarbakır Cezaevi 33’ncü Koğuş” yazmışımdır.
Görüş günlerinde çokça gazoz ısmarladığı, kahraman edasıyla yarım saatte onu sadece izlediğim günler çok olmuştur.
İçerideyken hayranıydım, dışarıdayken de kahramanım oldu.
Erken yaşta babasız kaldığımızda annemle birlikte 6 kişilik nüfusu, Şefkat nineyle aynı evde buluşturmuştu.
Yıl 1991’e geldiğinde cezaevinden çıktı.
Bu kez düdük sesiyle birlikte “görüş bitti” anonsu olmayacaktı.
Zamanımız çoktu artık.

Aynı evde aylarca kalmaya devam ettik.
Bitkindi, hastaydı.
Yakın zamanda “Eskişehir Tabutluğu” olarak tanımlanan Eskişehir E Tipi Cezaevi’nin kapatılması talebiyle 52 gün “ölüm orucu”ndan yeni çıkmıştı.
Midede ülser, aşırı kilo kaybı, bağırsak sorunları baş göstermişti.
Şefkat ninem için onun eve gelişi, dünyaya gelen bir bebekten farksızdı.
Apê Filit’in (Kaya) Fiskaya’dan eşek sırtında gezdirdiği süt bidonundan şifa arardı.
“Gece sütü” vardı eskiden.

Şifa niyetine uykudan uyandırılıp içilenlerden.
Çok sevdiği sütlacı eksik olmazdı hiç.
Yoğun bakımda kalsa inanın bu kadar kısa sürede toparlanamazdı.
Nenemin deyişiyle bir ayda “tırp” gibi olmuştu.
Oğluyla artık tam zamanlı vakit geçirmenin hesabını yaparken, Hafız için ise kolları sıvama vakti gelmişti.
Aslında ninemin düşüncesi tüm aile ferdi için de geçerliydi.
Bir süre sonra iki katlı evinin karşısındaki Dilek Apartmanı’na taşındık.
Artık komşuyduk.
Penceremiz karşılıklı, bir el boyu kadar yakın olmuştuk.
Yetmedi, Yeni Ülke Gazetesi’nin muhabirliğine başlarken “sokakta başıboş gezmek yok, ofis boyumuz sensin” demesiyle işyeri arkadaşı da olduk.
Yılların hasretliğine inat, tam zamanlı birlikteydik artık.
Evdeki hayranlığım, işteki başarısı karşısında daha da artmıştı.
Türkiye’nin en karanlık dönemiydi o yıllar.
Ateşten gömleği giymişti bir kere.
Sokak ortası infazlar, köy yakmalar, işkenceler, kaybedilmeler, JİTEM ve Hizbullah gibi kontrgerilla faaliyetlerin sahnelendiği esnada, yaşanılanları usta kalemiyle gazetesinde aktarırdı.
Bu nedenle çalıştığı gazete ve kendisi de hedef seçilmişti.
O korkmadı.
Mesleğini bırakmadı.

Biat edip, katillerle kadeh tokuşturmadı.
O dönem yanlışlara çanak tutan “gazetecilerden” hep uzak durdu.
Takvimler 8 Haziran’ı, bir pazartesi sabahını gösterdiğinde ebedi ayrılık vaktinin geldiğini bilmeden her sabah olduğu gibi pencereden dua eden Şefkat nineye el salladı.
Palu Fırını önüne geldiğimizde ise tetiğe bir el basıldı.
Zaman dondu.

Her şey ağır çekim halindeydi.
Bedeni ayaklarımın önündeydi.
Korkak katil ise topuklamış, ikinci tetiği onu kovalarken rastgele üzerime sıkmıştı.
Sur’un sokaklarında cansız bedenini taşımak düşmüştü küçük bedenime.
Yasının 40’ncı gününde elime tutuşturulan kalemin bende Xalo.
Naaşına, mezar taşına, isminin asıldığı yerlere gösterilen tahammülsüzlüklere inat, o şerefli kalemi cesurca taşımaya devam edeceğim.
Saygıyla ve özlemle…