Reklam
Reklam
Reklam
Reklam

EVE SIĞAN ERİL TAHAKKÜM / BERRİN TATLI UÇAR YAZDI

BERRİN TATLI UÇAR (Van Dinamik Sanayici ve İş İnsanları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı) Evet, evdeyiz. Etkileme kapasitemizin gittikçe sınırlandığı, etkilenme kapasitemizin arttığı o dar mekanlarda. Dünya denilen bu soğuk kütlede fiziki varlığını koruma gayreti herkesin herkesten kaçmasına bağlı maalesef. Varoluşu anlamlı, değerli kılan tüm özel zevkler ve meşgaleler, gündelik bir rutinin soğuk mekanikliğiyle icra edilen […]

EVE SIĞAN ERİL TAHAKKÜM / BERRİN TATLI UÇAR YAZDI
  • 5 Mayıs 2020 22:56

BERRİN TATLI UÇAR

(Van Dinamik Sanayici ve İş İnsanları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı)

Evet, evdeyiz. Etkileme kapasitemizin gittikçe sınırlandığı, etkilenme kapasitemizin arttığı o dar mekanlarda. Dünya denilen bu soğuk kütlede fiziki varlığını koruma gayreti herkesin herkesten kaçmasına bağlı maalesef. Varoluşu anlamlı, değerli kılan tüm özel zevkler ve meşgaleler, gündelik bir rutinin soğuk mekanikliğiyle icra edilen işlere dönüştü.

Tüm yaşamı üretimin ve tüketimin bir eklentisi haline gelmiş, kendisine ait hiçbir eğlencesi ve uğraşı olmayan insanların bu zamanlarda en çok homurdanan ve zorlanan insanlar olduğuna da tanıklık ettik. Oysa büyük dünyadan kaçarken herkesin sığınabileceği küçük bir dünyası da olmalı. Bu insanların “yaşam” dediği şeyin ne olduğunu, Adorno, Minima Moralia kitabında çok güzel özetlemişti:

”Felsefecilerin bir zamanlar yaşam olarak bildikleri şey, önce özel yaşamın, sonra da sadece tüketimin alanı haline gelmiştir: Maddi üretim sürecinin bir eklentisi olarak onun peşinden sürüklenip giden, özerklikten veya kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti” (2000; 13).

Umarım bu zamanlar, “özerklikten ve kendine ait bir tözden yoksun bu eklenti yaşamlar” için de bir farkındalık dilimi olmuştur.

Belli uğraş ve ilgi alanlarının bir ekonomik ve kültürel sermayeyi gerektirdiğinin elbette farkındayım. Herkese aynı yaşam biçimini dayatmak mümkün olmadığı gibi, herkesin evi, eve “sığdırdıkları” bir değil elbette.

Bu salgın vesilesiyle belli kimliklerin ve sınıfların soyut sosyolojik kategoriler değil, yaşayan tarihsel özneler olduğunu, bir felaketin herkesin kapısını aynı şiddette çalmadığını daha yakından, daha öfkeyle fark ettiğimiz zamanlar, “aynı gemide” olduğumuz mitinin tuzla buz olduğu, o gemide karşılaşma ihtimalimizin bile olmadığını idrak ettiğimiz zamanlar…

Aynı zamanda birilerinin felaket sağanağı altında bu “gemi”nin kazanına kömür atmaya devam ettiği, etmek zorunda kaldığı zamanlar.

Koronanın yol açtığı ekonomik ve sosyal krizden en fazla etkilenen kesim elbette kadınlar oldu. Pandemi, kadınlar açısından felaketin içinde başka felaketlerin yaşandığı bir ”ev hali” olarak devam etmekte. Bu süreçte “evde kal” çağrıları, kadınlara yönelik şiddeti ne yazık ki attırdı.

Öyle ki İnfaz Yasası ile kadın ve çocuklara yönelik suçlardan tutuklu olanların salıverilmesi tehlikenin ve korkunun boyutuna tuz ve biber oldu.

Bu süreçte çocuk bakımı, sürekli yemek yapma ve bitmeyen evdeki işler kadınların üzerine yıkılan bir yük, soluk aldırmayan bir işkenceye dönüştü. Ayrıca bu süreç yoksul kadınların sağlığa, kürtaj hakkına ve koruyucu sağlık hizmetlerine erişim konusunda büyük sorunlar yaşadığı tespit edildi. Bir diğer önemli nokta da, işsiz kalan nüfusun büyük bir bölümünün kadınlar olduğu gerçeğini de hesaba kattığımızda, pandemi sonrasında kadın emeğinin istihdamı konusunda pek parlak bir tablo görünmemektedir.

Dolaysıyla pandemi sonrasında ulusal veya yerel ölçekte oluşturulacak istihdam sahalarında kadına öncelik tanınması, kadınların önemli bir bölümünün rehabilite edilmesi, çalışan kadınların ücretli yaz tatili sürelerinin uzatılması, bu süreçte fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalan kadınlarla güçlü bir dayanışma bağının örülmesi, zorunlu toplumsal görevler olarak önümüzde durmaktadır. Bu süreçte yaşanan travmaların ve mağduriyetlerin bir toplumsal yıkıma dönüşmemesi, güçlü bir ekonomik, sosyal ve psikolojik desteğe bağlıdır.