
VEYSİ POLAT “Zenginliğiniz on pare etmez, Azize ananın turşusunun yanında…” Gazetecilik o kadar ilginç bir meslek ki farklı zamanlarda farklı kişiliklerle çok farklı anılara sahip olabiliyor insan. Çoğu “güler misin ağlar mısın” misali. O kadar tezat durumlar var ki; anlatmaya dilim varmıyor! Ama son bir ay içerisinde beni utandıran, aslında kendine insanım diyenleri utandıracak birkaç […]
VEYSİ POLAT
“Zenginliğiniz on pare etmez, Azize ananın turşusunun yanında…”
Gazetecilik o kadar ilginç bir meslek ki farklı zamanlarda farklı kişiliklerle çok farklı anılara sahip olabiliyor insan.
Çoğu “güler misin ağlar mısın” misali.
O kadar tezat durumlar var ki; anlatmaya dilim varmıyor!
Ama son bir ay içerisinde beni utandıran, aslında kendine insanım diyenleri utandıracak birkaç olaydan söz etmek istiyorum.
Son iki ayda sekiz kişinin intihar ettiği Diyarbakır’ın bir dönem ticaret yolu güzergahındaki ilçesi Silvan’dayım.
Ne Diyarbakır’daki devlet erkanı, ne de Sivil Toplum Örgütleri, Silvan sanki bu kente bağlı bir ilçe değilmiş gibi davrandı.
Oysa bu tablo sosyal devlet anlayışına ve Sivil Toplum Örgütü’nün var olma gerekçesine tersti.
Hadi devlet bu bölgeyi yıllarca ihmal etti; bir yere kadar duyarsızlığına anlam verilir de Diyarbakır’daki STK’lar ne zaman devlete benzeşti.
Oysa Sivil Toplum Kuruluşları veya Sivil Toplum Örgütleri, resmi kurumlar dışında bağımsız olarak çalışan, politik, sosyal, kültürel, hukuki ve çevresel amaçları doğrultusunda lobi çalışmaları, ikna ve eylemlerle çalışan, üyelerini ve çalışanlarını gönüllülük usulüyle alan, kâr amacı gütmeyen ve gelirlerini bağışlar ve/veya üyelik ödemeleri ile sağlayan kuruluşlar olarak tanımlanır.
Bu kuruluşlar devletlerin resmi olarak ulaşamadıkları sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlara getirdikleri çözüm önerileri ya da devletin üzerinden kısmi olarak da olsa aldıkları bu yükler itibarıyla, dolaylı olarak devletlerin sosyal denge ve refah düzeyinin artırılmasına da katkı sağlar.
Bu nedenle STK’lar, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde, demokratik yaşam için önem kazanmışlardır.
STK’ların kuruluş amaçları; problem olarak tespit ettikleri alanda kamuoyunu harekete geçirmek ve o sorunun çözümünü sağlamaktır.
Ancak, genellikle toplumsal bir harekete dönüşemeyen STK’lar, hem maddi sıkıntı, hem de gönüllü sıkıntısı yaşamaktadır. Bu kurumlar birkaç şahsın ya da kurumun sağladığı destekle hayatta kalabilmekte, dolayısıyla, zamanla bağımlılaşabilmektedir. Bu durum, STK’larda çalışan yöneticilerin kendi etki alanlarını korumaya çalışmalarına neden olur ve böylece kurum bürokratik bir yapıya dönüşür.
Halkla ilişkisi olmadığı için gönüllülerin bu kuruluşa gelmesi beklenemez.
Gelmesini bir tarafa bırakalım, bu kuruluştan, belki de o alanda birçok faaliyet yapacak gönüllülerin haberi dahi olmaz.
Sonuç olarak, STK’lar amaçlarından sapar ve etkisiz hale gelir. STK’lar hep aynı faaliyetleri yapan, aynı bakışı taşıyan, sürekli olarak kendini tekrar eden bir yapıya bürünür.
Diyarbakır’da birçok STK’nın geldiği hal de aynen bu…
40 gün önce henüz hayata veda etmeyen Dindar Gür, Silvan’da yaşayan 26 yaşında genç bir delikanlıydı. Evin en büyük çocuğuydu. 7 kardeşi ile birlikte kendisine bakan babasının yüküne omuz vermek istiyordu.
5 yıl önce bekçilik sınavını ve ardından yapılan iki sözlü mülakatı kazandı. Ama işe alınmadı. Torpil ve parayla dönüyormuş işler… Bunalıma girdi. Psikiyatrik desteğe kadar da bu devam etti.
Babası ile buluşuyorum. Hükümet Konağı karşısındaki bir lokantada çalışıyor baba. Aylık 2 bin TL’lik kazancı ile çocuklarını büyütmüş. Vefat eden oğluna konu gelince gözyaşını tutamıyor;
“Hakkımı yediler baba. Bunu hazmedemiyorum diyor. Geleceğini görmedi, yoksulluktan, fakirlikten kendini öldürdü” diyor baba.
Bu sözler karşısında yudumladığım suyu yutkunamıyorum bile…
Dindar Gür gibi Zehra Eken (18), Bilal Yalçın (17), İmam Kılıç (18), M.İ.A (18), Dindar Gür (26), Yusuf Uyanık (28), Ferhat Yavuz (18) ve en son 20 yaşındaki Ş.S. de canına kıydı.
Hikayeleri çok benzer…
Benzer bir hikayeyi de Diyarbakır’da özel bir hastanenin doktoru kardiyoloji uzmanı Cegerğun Polat’ın twitter paylaşımından gördük.
7 yıldır tetkik ve takibini yapan hastası Azize Güler, her yıl yaptığı turşuyu ona da getiriyormuş.
Bu yıl 5 ay kendisinden haber alamamış.
Hafta başı yanına gelen kızı Berivan, “Abi annem öldü, bu yıl turşunu ben getirdim. Vasiyet etmişti…” diyerek ağlamaya başlamışlar birlikte.
Bu kadirşinaslık başka hangi coğrafyada var.
Önce Cegerğun’a, ardından Azize Güler’in evine gidiyorum.
Karşımda üzüntüden iki büklüm olmuş bir adam var.
Oysa geçmişte dağ gibi bir babayiğitmiş.
Azize Güler, 63 yaşında hayata veda etti.
İsmi Mehmet Güler. 66 yaşında. Dicle’den yıllar önce Mersin’e göç etmişler. 2 çocukları daha küçükken hayatını kaybetmiş. Tekrar memlekete gelmişler.
Sürgün gittikleri memlekette tam iş bulmuşken baba Mehmet Güler, kayyumlar gelince işsiz kalmış.
“Halimizi soran yok” diyor, “Sahipsiz bir kente dönmüş Diyarbakır” diyerek ekliyor…
Cezaevinden yeni çıkmış oğlu Fatih’in demlediği çayı bu kez yudumlayamıyorum…
Azize Güler’in eşi Mehmet Güler.
Geldiği yeri çabuk unutan, getirildiği makamından bürokrasiyi hayata geçiren kişilikler de aramızdan çıkıyor ne yazık ki…
Halkın içine inmeyen kim olursa olsun oturdukları makamlardan al aşağı edilecektir elbet.
Allah kimseyi de o duruma getirmesin diyorum.
Az önce anlattığım iki gerçek hikayenin yanında bir de bizim “kodamanların” gündemi var.
Tespihine paha biçmeyen, bir saat boyunca hangi araba markasını alsam diye hayıflanan, arazisine toz kondurmayan, evin altına ve tavanına da ısıtma sistemi kursam tartışması yapan, ihalelerin peşinden yorulduğunu söyleyenlere de tanık oldum.
Söyleyeceğim o kadar şey var ki; En başa yazdığımı en sona da yazarak noktayı koymak istiyorum.
“Zenginliğiniz on pare etmez, Azize ananın turşusunun yanında…”